25 Nisan 2019 Perşembe

TIME TRAP


Uzun süredir beni ekran başına bağlayıp heyecanla neler olacağını beklememe sebep olacak bir film izlememiştim. İnandığım ve tecrübe ettiğim bir gerçek varsa o da yapım kalitesinin doğrudan bütçeyle bağlantılı olmadığıdır. Bazen yüksek bütçeli projelerde büyük hayal kırıklıkları yaşayabiliyoruz. Bunun benim kanaatimde en açık örneklerinden birisi 2013 yapımı "World War Z" filmidir. Yüz doksan milyon dolar gibi yüksek bir bütçeye sahip olmasına rağmen senaryosu hatalarla dolu olan ve kurgusu aceleye gelmiş bir yapımdı. Bazen de düşük bütçeli projelerde büyük başarılar elde edildiğine şahit olabiliyoruz. 1999 yapımı olan "The Blair Witch project" ise bunun en iyi örneklerinden biriydi. Sadece bir buçuk milyon dolar bütçesi olan yapım tüm dünyada sinema severlerden takdir toplamıştı.


Bugün yazımızın konusu olan 2017 yapımı "Time Trap" filmini çeken ekip bir milyon dolarlık mini bütçesiyle öyle güzel bir projeye imza atmış ki, izlerken hop oturup hop kalktım. Senaristlerin iyi olması bir yana yönetmenin vizyonu da çok önemli. Seçilen kareler, anlatılmak istenen hikayenin kurgusu, her taşın doğru yerine oturmuş olması çok önemli unsurlar. Bununla birlikte bir bilim kurgu projesine imza atıyorsanız görsellik en ön planda olan unsurdur. Günümüzde hayal gücünü en iyi yansıtan teknoloji bilgisayar teknolojisi olduğuna göre bu imkandan da en iyi şekilde yararlanmak gerekir. Ne var ki bilgisayar görselliğinin gerçekçi ve inandırıcı olması için yüksek bütçelere ihtiyaç duyuluyor. Bilgisayar başına oturan ve konuya biraz meraklı olan birisi üç boyutlu çizim programlarıyla uzay gemileri veya canavarlar çizebilir ama sonuçta bu bir sanat dalıdır ve yeteneğin yanında sağlam bir eğitim şarttır. Nasıl yaptılar bilmiyorum ama "Time Trap" ekibi küçük bütçelerine rağmen bilgisayar destekli görselliği çok başarılı şekilde kullanmayı başarmış.

Bilgisayar destekli görsellik kısıtlı bütçeye rağmen başarılıydı.

Filmde rol alan oyuncular Hollywood sahnesinde meşhur olan isimler değil ama böyle bir yapımla kendilerine iyi bir referans aldıkları şüphe götürmez. Oyuncuklarda en ufak bir acemilik veya hata görmediğimi söylemeliyim. Çoğunluğu lise ve üniversite öğrencisi yaşta bireylerden oluşan ekip, yaşıtlarının gerçekte ne kadar deneyimsiz ve acemi olabileceklerini, ciddi kararlar verme aşamasında nasıl kendilerini olmadık tehlikelere atabileceklerini net bir şekilde sergiliyorlar. Bunu bir ebeveyn olarak izlerken ne kadar sıkıntıya girdiğimi ve kendi kendime söylendiğimi hatırladıkça filmin vermek istediği etkiyi başarıyla ortaya koyduğuna da şahit oluyorum.

Deneyimsiz gençler macera peşinde.

Oyunculukların yanı sıra filmin senaryosu da çok güçlü. Bazen fikir iyidir ama işleyemezseniz mahvolur gider. Burada konu çok başarılı işlenmiş. Yazının dördüncü paragrafına gelene kadar izlememiş olanlara bilmemeleri gereken detayları vermemek için çok çaba sarf ettim ama bu satırdan sonra biraz konudan bahsetmek istiyorum. Bu yüzden yazının devamını filmi izlemeden okumak konusunda tereddüt eden sinema sever arkadaşlarım bu cümleden sonra durabilirler. Yapımımız daha önce de belirttiğim üzere bilim kurgu bir yapım. Altmışlı yıllarda Volkswagen marka minibüsle dağda kaybolan ebeveynlerini arayan Hopper, yıllar sonra minibüse ulaşır. Minibüsü bulduğu yerde bir mağara keşfeder ve içeride bir elinde gaz lambası, bir elinde tabanca olan bir kovboy görür ancak kovboy zaman durmuşçasına öylece kıpırdamadan durmaktadır. Daha sonrasında o da ailesi gibi kaybolur ve biri çocuk, diğerleri gençlerden oluşan bir ekip de onu aramaya giderler. Onlar da hem minibüsü hem de Hopper'ın kamyonetini bulurlar. Ufaklığı mağaranın girişinde bırakmak üzere hep beraber aşağıya inerler ve olaylar gelişir.

Genç oyuncu kadrosu, başarılı oyunculuklarıyla dikkat çekti.

Şüphesiz film hakkında çok daha fazla detay üzerinde yazılabilir ama bu sefer durum filmi olduğu gibi anlatmaya gider. Bu yüzden basitçe yapımı bilim kurgu seven arkadaşlara şiddetle tavsiye ettiğimi söylemeliyim. IMDB gibi dünya genelinde kabul görmüş internet sinema platformundaki puanının 6.6 olması da gayet iyi. Aslında çok daha yüksek bir puanı hak eden bir yapım ancak genel sinema izleyicisinin muhtemelen yapımlardan daha çok aksiyon ve görsellik beklemesi sebebiyle puanlar biraz düşük kalabiliyor. Gerçek bir sinema izleyicisi ise kurgu, oyunculuk, görsellik konularındaki başarıyı görünce en az 8.5 puan verecektir diye düşünüyorum. Benim puanım ise açık ve net bir şekilde 10 olacak. Yazıyı okuduktan sonra yapıma göz atacak olan arkadaşlarım bakalım neler düşünecekler.

TIME TRAP - TANITIM FİLMİ


21 Aralık 2018 Cuma

DRACULA


Hafta sonları ikinci el koleksiyon ürünleri satan mağazaları gezmek büyük keyif. Bazen ilginizi çekecek hiç bir şey ile karşılaşmıyorsunuz bazen de büyük sürprizler çıkabiliyor. İşte o büyük sürprizlerden birisi de 1931 tarihli ilk Dracula filminin DVD'si oldu. Daha önce Blu-Ray sürümünü koleksiyonuma dahil etmeyi planlıyordum ama ayağıma gelen bu nadir DVD fırsatını da tepmem söz konusu olamazdı. Her şey bir yana 1931 yılı böyle bir projeye soyunmak için oldukça cesur olunmayı gerektiren bir yıl ve bu sebepten gerek yapımcılarını gerekse oyuncularını gösterdikleri performanstan dolayı tebrik etmek lazım. Bu yazıyı yazdığım 2018 yılında muhtemelen ekipten yaşayan kimse kalmadığına göre onların hatırasını bu film eleştirisi yazısında dile getirerek saygılarımızı sunabiliriz.

Başrolü üstlenen Bela Lugosi, bir çok sinema tutkunu için 
ilk ve en iyi Dracula olarak hafızalarda yer ediyor. 

Filmin açılışında Tchaikovsky'nin her duyduğumda tüylerimi diken diken eden "Kuğu Gölü" eserinin çalıyor olması adeta ilk dakikada gelen bir gol gibi. Filmle ilgili yazılı bilgilerin verildiği giriş kısmı tamamlandığında başlayan siyah beyaz görüntüler ise tam anlamıyla sanat eseri. Yani görselliği kusursuz şekilde seyircinin ruhuna işlemeye odaklanmış dijital teknoloji olmadan bu etkinin yaratılmış olması inanılmaz. Aynı konuyu çok daha şaşalı ve abartılı bir şekilde işleyen 2004 yapımı Van Helsing filminin neredeyse tamamına hakim olan dijital görsellik bile Dracula'nın verdiği etkiyi veremiyor. İmkansızlıklar doğal bir kasvet ve dramayı yanında getirmiş. Bu sebepten film kült mertebesine ulaşmış. 2018 yılında bile video mağazalarının raflarında boy göstermesi de bunun açık ispatıdır. Film DVD ve Blu-Ray için orijinal kopyasından restore edilerek çoğaltılmış. Biz sinema izleyicileri ne kadar şanslıyız ki kusursuz bir restorasyona malzeme olabilecek kadar iyi durumda olan bir kopya günümüze ulaşmış. Filmin orijinal olarak kalması şüphesiz çok iyi ama ben günümüzün başarılı müzisyenlerinden birisinin bu filme klasik müzik alt yapısına oturan mükemmel film müzikleri bestelemesini isterdim. Evet, filmin başında çalan Kuğu Gölü balesini takiben başka bir müzik duyma şansımız olmuyor. Sadece oyuncuların konuşmalarını dinliyoruz ve bu da aslında filme tuhaf, ürkünç bir hava katıyor ancak yine de alternatif bir sürüm olarak arka plana müzik yazılması keyifli sonuçlar verebilirdi diye düşünüyorum.

Dracula'nın vampir gelinleri on beşinci yüzyıl tablolarından 
fırlamış gibi görünüyorlar. 

Van Helsing filminden de aşina olduğumuz Dracula'nın üç gelini, bu filmde de karşımıza çıkıyorlar ve az önce de ifade ettiğimi bu örnekte de yinelersek, 2004'de dijital teknoloji desteği sayesinde çok korkunç bir görsellikle karşımıza çıkan gelinler bile 1931 tarihli Dracula filmindeki gelinler kadar huzursuz edici değiller. Bir dip not da Van Helsing'in bu filmde bir Vampir avcısı değil de bir profesör olarak karşımıza çıkmış olması. Orijinal kitabı okumadığım için Helsing'in bir profesör mü yoksa vampir avcısı mı olduğu konusunda yorum yapmayacağım ama her şekilde konu içerisinde güçlü ve ön plana çıkan bir karakter olduğu şüphe götürmez. Konunun işlenişi de beklentilerimin çok üzerinde sürükleyici zira 1931 yapımı bir filmden böyle iyi bir kurgu beklemediğimi itiraf etmeliyim. Oysa defalarca seyrettiğim halde hala heyecanlandığım ve büyük keyif aldığım detaylar söz konusu. Akıcılıkta en ufak bir aksaklık olmadığı gibi oyunculuk da fazlasıyla başarılı. Dracula'nın şatosunu gördüğümüz sahneler muhtemelen gerçek bir şatoda çekilmiş ve gözüme çarpan dev örümcek ağları hariç korkunç bir hava vermek için herhangi bir müdahalede bulunulmamış. Her şey doğal ama sanki bu filme özel hazırlanmış bir set gibi duruyor. Dracula'nın yarasaya dönüştüğü sahnelerde kullanılan yarasa maketi bile sahte durmuyor. Detaylar çok iyi düşünülmüş ve özenle çalışılmış. 


Bu DVD sürümü böylesine sevmemin bir sebebi de içinde Türkçe alt yazı barındırıyor olması. Avustralya baskı olmasına rağmen Türkçe alt yazı seçeneği eklenmiş olması büyük sürpriz oldu. Yazıyı desteklemek için kullandığım görselleri bizzat fotoğrafladım ama tabi en baştaki afiş filmin orijinal afişi. Üniversitelerdeki sinema televizyon bölümlerinde "Korku sinemasına giriş" ismiyle bir ders olsaydı, bu film ilk derste gösterilirdi. Belkide gösteriliyor bile olabilir. Bu filmi izlememiş olan korku sineması meraklıları mutlaka izlemeli. Siyah beyaz film izleme keyfini en güzel şekilde yaşatan ve o buruk tuhaf korku hissini gizlice içimize salan Dracula, kesinlikle sinema koleksiyoncularının kütüphanelerinde olması gereken bir eser. 

Profesör Van Helsing, Dracula'nın sırrını çözmeye ve 
geceyle birlikte gelen ölümlerin önüne geçmeye kararlı. 

Buradan itibaren okuyacağınız satırları yaklaşık iki gün sonra yazdım. Ek bir paragrafa gerek duymamın sebebi, yazı içerisinde olmasını dilediğim bir şeyin aslında var olduğunu fark etmemdir. Filmin orijinal sürümünde müzikler olmadığı için yeni müzisyenlerin işe el atarak bu kült filme film müzikleri yazması ne güzel olurdu demiştim. DVD'nin ekstralar bölümünde böyle bir seçenek olduğunu fark edince gerçekten de çok şaşırdım. Filmi ister orijinal haliyle ister arka plana eklenmiş yeni film müzikleriyle izlemek mümkün ve alınan sonuç gerçekten keyifli. İlk izlenim olarak on üzerinden yedi vereceğim film müzikleri biraz daha dramatik ve gerilimin yükseldiği yerlerde daha güçlü olabilirdi diye düşünüyorum ama şüphesiz hiç müzik olmamasından iyidir. Şimdi filmi bir kaç kez de bu müziklerle izleyeceğim. Son olarak DVD'nin ekstralar bölümünde film hakkında belgesel mevcut olduğunu da ekleyelim ve bu belgeselde filmin arka planında dönenler, o dönemde çekim yapmanın zorlukları, anılar ve daha bir çok konuya eğilinmesi suretiyle yapılan işe bir kat daha fazla saygı duymamızın sağlandığını söyleyerek yazımızı bitirelim. 

DRACULA - TANITIM FİLMİ 

30 Nisan 2017 Pazar

UNDERWORLD: BLOOD WARS


Underworld serisinin beşinci filme geldiğine gerçekten inanamıyorum çünkü bu, özele hitap eden bir seri. Genel izleyicinin vampirler ve kurt adamlar arasındaki bir mücadeleye ilgi göstermesi ve projenin ekonomik olarak başarı göstermesi hayal gibi duruyordu. Oysa şu anda gelinen durum tam aksini gösteriyor. Şüphesiz bunda baş rol oyuncusu Kate Beckinsale'ın büyük etkisi olmalı. 2003 yılında sinema perdesine yansıyan ilk filmi izlediğimde gerçekten büyülenmiştim. Kate, canlandırdığı Selene karakteri ile göz doldurmuştu ve bu role gerekten çok yakışıyordu. Bununla birlikte filmin görselliği de, bir çizgi romandan çıkmış gibi etkileyiciydi. Her karesi özenle çekilmiş olan ilk film, ticari olarak da büyük başarı sağlayınca, devamını çekmek yapımcı için bir göreve dönüştü. Devam filmleri, en az ilki kadar başarılıydı ve yapımcı ekip çizgisini hiç bozmadan yoluna devam etti. İlk iki filmi yöneten Len Wiseman, oldukça karanlık ve etkileyici bir atmosfer yaratmıştı. Üçüncü film olan 'Rise of the Lycans' ilk iki filmde olanların öncesine dönüyor ve eski çağlarda uzanan mücadelenin köklerine iniyordu. Bu filmi yöneten Patrick Tatopoulos, bence serinin en iyi filmini yaptı zira geçmişte olan olaylar, en güzel bu şekilde ifade edilebilirdi. Dramatik anlatımı en güçlü olan filim de üçüncü filmdi. Serinin dördüncü film olan 'Awakening' yayınlandığında, hikaye artık iyice genişlemiş ve ilerlemişti.  Måns Mårlind ve Björn Stein ikilisi, mücadeleyi yeni bir boyuta taşıyarak, kavgaya insanları da dahil ettiler. Artık insanlar, aralarında yaşayan vampir ve kurt adamlardan haberdardı ve şüphesiz bir temizlik operasyonu olacaktı. Bu hamle konuyu kısır döngüye girmekten korudu ama proje bütçesini çıkartacak kadar para kazanmadı. Büyük ihtimalle şaşırtıcı şekilde önceki filmlere alaka gösteren genel izleyici, konuya olan ilgisini yitirmişti ve seri artık sadece özele hitap etmeye başlamıştı. Bu durum yapımcıları durdurmaya yetmedi zira tamamlanması gereken bir hikaye vardı ortada. 2016 yılında seri, yeni filmi 'Blood Wars' ile geriye döndü. Projenin reklam filmlerini izlediğimde çok heyecanlandım çünkü ben serinin hitap ettiği özel izleyici arasındayım. Bakalım yeni film bize neler getirdi.

Kurt adam klanı yeni lideri Marius, başarılı performansıyla dikat çekiyor.

Öncelikle şunu söylemeliyim. 'Blood Wars' ismi kadar gaddar bir film değil ve bir çok diyalogda insancıl ögelere rastlıyoruz. Bu durum beni çok şaşırttı. Ben serideki dilin ve tavrın daha da sertleşeceğini, Selene'in bir önceki filmdeki ruh halini takiben daha umursamaz ve gözü dönmüş bir tavra bürüneceğini düşünüyordum. Oysa ne o, ne de kendi ırkının liderlerini öldürme cesaretini göstermesinden sebep peşine düşen vampirler, mantıksız bir öfke içerisinde olmayacaklardı. Hatta kurt adamları tekrar bir araya getiren yeni lider Marius'a karşı mücadelede Selene ile güç birliği yapacaklardı. Charles Dance'ın canlandırdığı vampir lideri Thomas'ın, Selene'in varlığına ve vampirlerin arasında bulunmasına ne kadar karşı olduğunu, bir önceki filmde izlemiştik. Şimdi aynı Thomas,vampirlerin ihtiyar heyetini oluşturan bireylere, kurt adamlarla olan mücadelede Selene'in önemini anlatarak beni çok şaşırttı. Film içerisindeki dengelerin bu kadar düzgün kurulması ve vampirlerin insani duygular beslediklerini gösteren diyaloglar içerisinde bulunmalarının perde arkasını merak ettim. Sonra filmin yönetmeninin Anna Foerster yani bir bayanın olduğunu görünce, taşlar yerine oturdu. Bayan bir yönetmenin varlığı, kan savaşlarını makul bir seviyeye çekerek olayları dengelemişti.

Kuzey topraklarının vampirleri, diyarın kültürüne uygun kıyafetleri ile 
filmin dikkat çeken karakterleri oldular. 

Filmde çok etkilendiğim detaylardan birisi, kuzey diyarlarda yaşayan vampir klanının varlığıydı. O topraklarda bulunan ülkelerinin kültürlerine uygun kıyafetleri ile vampirden çok elf'leri çağrıştıran klanın bireyleri ve liderleri, konuyu renklendirmiş ve çok başarılı şekilde adapte edilmişler. Bununla birlikte kurt adamları bir araya getiren Marius karakteri de filme çok yakışmış. Yalnız şunu da eklemek zorundayım ki, Marius'un ilk üç filmde boy gösteren ve kurt adamları kölelikten kurtarıp güçlü bir klan haline getiren Lucian'ın karizmasını yakalaması mümkün gözükmüyor. Kendi içerisinde değerlendirildiğinde Marius güçlü bir karakter ama bir Lucian olması söz konusu değil. Yine de Tobias Menzies'in bu rolde çok iyi iş çıkarttığını söylemeliyim. Solisti ölmüş meşhur bir rock grubuna katılan yeni solist olmak kolay değil. Genel olarak değerlendirdiğimizde, güçlü bir serinin devamı olarak ele alırsak 'Blood Wars' iyi bir film diyebiliriz. Daha önceki filmleri izlememiş birisi ise bunu cumartesi gecesi geç saatlerde televizyonda yayınlanan türden bir film olarak algılayabilir. Projenin geçmiş ayaklarını bilenler, şüphesiz büyük keyif alarak izler. Ben bu filmin bazı yönlerini güçlü buldum ve onları dile getirdim. Güçsüz olduğu yerler var mı diye sorarsanız şunu söyleye bilirim. Öncelikle bu yazıyı filmi ilk izlememden sonra yazıyorum ve oyunculuklarda sanki az ama çok az bir amatörlük sezdim. Yani demek istediğim, bir çok sahnede diyaloglar, profesyonel sinema sanatçılarının arasında değil de sanki masa başı oyun oynayan amatörlerin diyalogları gibi geldi bana. Böyle düşünmeme sebep nedir bilemiyorum. Bir kaç izlemeden sonra belki ikinci bir yazı daha yazar, düşüncelerimi sizlerle paylaşırım. Onun dışında ben biraz hayran gözüyle de baktığımı itiraf ederek filme sekiz puan vereceğim. Son olarak, gösterideki son perde olacağını düşündüğüm film, devamı olacağı sinyali veren bir şekilde biterek beni bu yönde de şaşırtmayı başardı. Bakalım hikaye ne yönde genişleyerek devam edecek.

UNDERWORLD: BLOOD WARS - TANITIM FİLMİ

7 Nisan 2017 Cuma

GHOST IN THE SHELL 2017



Japon çizgi filmlerine olan ilgim, 1982 tarihli Robotech’e kadar dayanmakta. O dönemde bu türden çizgi filmleri Türkiye televizyonlarında izlemek neredeyse olağan üstü denilebilecek bir vaziyetti ama bir şekilde devlet televizyonunun bu muhteşem diziyi çocuk ve genç izleyicilere ulaştırmış olması, taktir edilecek bir durum. Takip eden senelerde bu ilgim her zaman en üst seviyede oldu ve ulaşılabilir Japon kökenli çizgi dizi ve çizgi sinema filmlerinin azlığı, açlışımı hep en üst seviyede tuttu. 1995 yılına geldiğimizde ise, Güzel Sanatlar Fakültesi Çizgi Film bölümünde okuyan bir arkadaşımın İngiltere’den getirttiği Japon Çizgi filmleri ile keyfimiz adeta zirve yapmıştı. VHS kasetlerde elimize ulaşan uzun metrajlı çizgi filmlerden birisi de Ghost in the Shell’di. Daha önce böyle bir şey hiç birimiz görmemiştik ve yaklaşık altı kişiden oluşan arkadaş grubumuzla çizgi filmi izlerken ağzımız tam anlamıyla açık kalmıştı. 

Yönetmen ve ekibi, oyuncu seçimlerinde doğru hamlelere imza atarak,
projenin başarısını yükseltmeyi başardılar.

Bununla birlikte Ghost in the Shell Animated, genele değil özele hitap eden bir projeydi. Animasyon teknikleri ve sahe seçimleri, 1995 yılı için en üst seviye kabul edeceğimiz noktadaydı. Konusu ise oldukça ağırdı ve izlerken daha çok görselliği ile ilgilenmiştim. Daha sonraki yıllarda Türkçe dil ile yayınlanan ve bu günlerde koleksiyoncular için nadir sınıfında olan DVD sürümünde bile konuyu kavramakta zorlandığımı hatırlıyorum. Projenin bir sinema filmini yapmak bence çok çılgınca ve idealist bir yaklaşımdı zira Japon çizgi film ve çizgi roman sektörüne aşina olanlar dışında Ghost in the Shell'i bilen olduğunu sanmıyorum. Filmi çekildiğinde şüphesiz yine özele hitap edecekti ve yüksek bütçeli olacağını tahmin ettiğim filmin gişede başarı yakalaması bence zor görünüyordu. Sonra birisi cesaret edip projeyi yüz on milyon dolarlık çılgın bir bütçe ile ele aldı. Eğer senaryo çizgi film uyarlaması ile bire bir aynı olursa filmin işi ticari anlamda gerçekten zor olurdu. Yapımcılar doğru bir hamle yaparak, orijinal hikayeyi özüne zarar vermeden daha genele hitap edebilecek şekilde değişikliklerle süslediler.

Yapımcının uyumlarına üst seviyede özen gösterdiği 
film ve çizgi film karakterleri bir arada görülüyor. 

Filmi izlememiş olanlar için bu bir spoiler olacağından, senaryonun detaylarına gitmeyeceğim ama çizgi film sürümünden daha güçlü ve anlaşılır bir senaryosu olduğunu söylemeliyim. İkinci doğru hamle ise oyuncu seçimi. Başrolde Scarlett Johansson'a yer vermek, ekibin yapabileceği en doğru transfer olmuş. Böylelikle Ghost in the Shell'i bilmeyen genel izleyici, Scarlett'ı tanıdığı için filme gidip izlemeyi tercih edecektir. Film görsellik anlamında Cyber Punk öğrleri en başarılı şekilde yansıtıyor. Bunun yanında orijinal çizgi filmde hayranlıkla izlediğimiz bazı kült sahnelerin, perdeye bire bire yüzde doksan beş oranında uyumla yansıtılmış olması çok heyecan verici. Film, oyuncu seçimi ve senaryosuyla benden tam puanı aldı. Genel izleyicinin nasıl bir tepki vereceğini zamanla göreceğiz. Umuyorum ki proje para kazanır ve benzerleri için yapımcılara cesaret verir.

GHOST IN THE SHELL - TANITIM FİLMİ 

6 Nisan 2017 Perşembe

BATMAN V SUPERMAN ADALETİN ŞAFAĞI


           Adaletin Şafağı, DC Comics’in en popüler kahramanları Batman ve Superman’i tarihte ilk defa bir araya getiren film olmasından dolayı, tüm çizgi roman severleri heyecanlandırmıştı. Daha öncesinde çekilen Man of Steel’de Superman’in hikâyesini izlemiştik ve bu film, şimdiye kadar çekilmiş en kusursuz Superman filmi olarak göze çarpmıştı. Gerek sahne seçimleri, gerekse dramatik anlatımı ile fazlasıyla tatmin edici içeriğe sahip olan Man of Steel sonrası, heyecanla beklediğimiz devam filmi Adaletin Şafağı, 2016 ilkbaharında sinema perdesine yansıdı. 


Öncelikle şunu söylemeliyim ki, hayatım boyunca hiçbir filmin sinemaya gelişini böylesine heyecanla beklemedim. Reklam filmleri öylesine ihtişamlıydı ki, çocukluğumun kahramanı Superman’ı, Karanlık şövalye Batman’e karşı izlemek için can atıyordum. Nihayet film gösterime girdiğinde, sinemada sahneyi en iyi gören koltuğu itina ile seçtikten sonra keyifle izlemeye başladım. Film gerçekten çok karanlık bir atmosferde geçiyor. Olaylar ilk film Man of Steel’de General Zod’un Metropolis kentini birbirine kattığı yerde başlıyor. Böylelikle o yıkım gerçekleşirken, normal hayattaki kimliği iş adamı Bruce Wayne olan Batman’in de orada olduğunu görüyoruz. Superman’in General Zod’a karşı verdiği mücadeleyi sokaktan izleyen Bruce, kavga kendisine ait iş merkezine sıçradığında ve bu iş merkezi içindeki çalışanlarla beraber olduğu gibi yıkıldığında, olanların tek sorumlusu olarak Superman’i görüyor. Bu başlangıcı takip eden iki yılda, içinde giderek büyüyen öfke ile nihayet gelişmiş teknoloji ürünü yeni Batman zırhını giyerek Superman’in karşısına çıkıyor. ‘Kripton gezegeninin oğlu, Gotham kentinin yarasasına karşı’ başlığı ile lanse edilen bu sahneler, sanırım çizgi roman ve bilim kurgu sinemasının en etkileyici ve beklenen sahneleri arasında yer alıyor olsa gerek.

Superman ve Batman'in sinema tarihinde ilk defa karşı karşıya geldiği sahne.

Film ile ilgili zaman içerisinde tuhaf bir şekilde olumsuz eleştirilerin de yapıldığına şahit olduk zira yönetmen Zack Snyder, genele hitap eden değil, özele hitap eden bir film çekmişti. Neredeyse seksen sene süren bekleyişten sonra elbette bu film Batman ve Superman hayranlarına özel olmalıydı. Kız arkadaşını yanına alıp eğlenmek için sinemaya giden sokaktaki adamın bu filmi anlamasını beklemediğimiz bir gerçek. Oysa filmi çeken Warner Bros, hayranların beklentisinden çok şüphesiz kazandığı para ile ilgileniyordu. En azından basından bize ulaşan haberler öyleydi. Hiç kimse kusura bakmasın. Sokaktaki adamın kız arkadaşı filmin ortasında sıkılacak diye bu ihtişamlı gösterinin genele hitap eden uyduruk bir yapım olmasına gönlümüz razı olmazdı. Öyle olsaydı, yayınlanışını takip eden ilk üç ay içerisinde ikisi sinemada olmak üzere tam on defa izlemezdim ben bu filmi. Altı yaşımdan beri Superman ile büyümüş olan bana, genele hitap eden bir senaryoyla gelmek, yapılacak en büyük hata olurdu. Warner Bros’un olası rahatsızlığına rağmen bu film hayranların beklediği şekilde karanlık, dramatik anlatımı en üst seviyede ve gereksiz esprilerden tamamen uzak bir anlayış ile çekildi. Sefamız olsun.

Superman senatoda.

Annemin bana pazardan aldığı Superman tişörtünü parçalanana kadar giymiş, siyah kapaklı ECE ajandalarına yüzlerce Superman figürü çizmiş bir çocuk olarak ve aradan geçen neredeyse otuz beş seneden sonra hala aynı heyecanı içerisinde taşıyan bir yetişkin olarak bu filme on üzerinden on puan yazdım. Puanlarımın en az ikisi, projeye olan duygusal bağımdandır ve bunu cesurca itiraf ederim ama şunu da eklemeliyim ki, film izledikçe şarap gibi tatlanıyor. Sinema perdesi böylesine karanlık bir Batman figürü görmediği gibi, böylesine insancıl bir Superman’de görmedi. Bu yazıyı yazdığım 2016 yılının Ağustos ayında, bir sonraki film Adalet Takımı henüz çekim halinde ve şimdiden kısa reklam filmleri ile hayranların rüyalarını süslemeye başladı. Bakalım bizi neler bekliyor. 

BATMAN V SUPERMAN - DAWN OF JUSTICE - TANITIM FİLMİ